Çokkültürlülük günümüzün en muteber değerlerinden olsa da, geçmişte bu şekilde alımlanıp alımlanmadığı toplumdan topluma, devirden devire değişiklik gösterir. Bugünse ifade bulduğu şekilde –çokça da arzulanan– çokkültürlü bir geçmişe yeniden sahip olunsaydı, geçmişte yaşanan pogrom veya nefret katliamlarını anımsatacak şekilde, tüm ötekiler kendimiz olarak tasarladığımız şeyin tam karşısına konumlandırılarak nefret yeninden ve kendini tekrar ederek vücut bulacaktı belki de. Günümüzde giderek artan ırkçı eğilimleri de hesaba katarsak, büyük bir kitle için komşularının farklı dinlerden, dillerden ve milletlerden olması geçmişte, kapalı kapılar ardında veyahut “saati” geldiğinde açığa çıkan zenofobisini hızlıca mobilize edecek bir enerjiyi de açığa çıkaracaktı aynı şekilde. Oysa zeno, (ξένο-kseno) Latince karşılığı “host-” kökünden türeyen hostile (hasım) gibi yıkıcı kelimelerin yanında host (ağırlamak), hospital (hastane), hospitality (misafirperverlik) gibi kişiye şifa veren, kucaklayıcı, sıcaklık yayan bir varoluşa da kolaylıkla evrilebilir bir potansiyele sahip. Böylesi bir durumda zeno (yabancı) da host (ev sahibi) da birbirinin yerine rahatlıkla geçebilir. Osmanlı’nın Balkanlar’dan ve Kafkaslar’dan çekilip yeni bir biçim almaya başladığı yapının Cumhuriyet’e evrilmesiyle elde kalan toprakların artık uzaklarda kalmış o geçmişlerine seyahat ve gözlem notları, mahkeme kayıtları veya başka türlü resmî evrakları üzerinden bakıldığında, tüm bu evraklar sadece geçmişin o çokkültürlü ve artık kulağa masal gibi gelen dünyasını göstermekle kalmaz, aynı zamanda başkaları tarafından olduğu gibi, bölgenin sakinleri tarafından nasıl alımlanıp yaşandığına da ışık tutar. Bu yaşanma ve alımlanma biçimleri bizim bugünkü çokkültürlü ve kozmopolit fantezilerimize ne kadar benziyor sorusu ise genel beklentilerden bağımsız olarak kişilerin geçmişle, geçmişin kendisinden gelen kayıtlarla karşılaşmaların sonucunda ortaya çıkacak bir epifani ile mümkün hale gelir. Geçmişi günlük notlardan, sıcağı sıcağına yazılmış gözlemlerden okumakla yıllar sonra birçok süzgeçten geçirildikten sonra kaleme alınmış anılardan, çalışmalardan okumak birbirinden farklı, bambaşka deneyimlerdir.
Bu minvalde etnik kökenlerinden bağımsız tabi oldukları devletin (Rus İmparatorluğu) ve dilin (Rusça) çerçevesinde Osmanlı Batum’unu, Rize ve Artvin ile Van-Bahçesaray bölgelerini ziyaret eden üç Rus oryantalistin çalışmaları çokkültürlülük ekseninde derin ve (paradoksal bir şekilde sükûnet vaat eden) sarsıcı okumalara gebedir. Söz konusu yazar ve araştırmacılar bulundukları bu bölgelerin etnografik, folklorik, linguistik, kartografik bilgilerini kendi gözlemleriyle harmanlayıp heybelerini bir yığın anekdotla doldurmuştur. İskoç bir babayla Gürcü bir anneden olan Nikolay Marr’ın 1910 yılında Türkiye Lazistanı’na yaptığı yolculuğu, etnik kökeni ve kim olduğu hakkında bilgi sahibi olmadığımız Aleksandr Samoyloviç Frenkel’in 1878 tarihinde Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Rusya’ya teslim edilen Batum ve Çürüksu bölgelerine gerçekleştirdiği ziyaretiyle Ermeni kökenli Hovsep Orbeli’nin (Iosif Abgarovich Orbeli) 1911 ve 1912 yıllarında Van’ın Müks (Bahçesaray) bölgesindeki kısa süreli ikameti bu gözlemlerin kaynağını oluşturur. Bu üç yazar, gündelik hayatı ve sıradan insanların hikâyelerini dahil ederek kaleme aldıkları gözlemleri ve notlarıyla, artık kitaplarda ve belgelerde kalmış bir geçmişin izlerini açığa çıkartıp okurun zihninde uyandırdıkları güçlü ve canlı imgelerle bugün bile bizleri etkilemeye devam ederler.
Akademik eğitimini St. Petersburg Devlet Üniversitesi, Doğu Dilleri Fakültesi’nde Armenoloji, Kartveloloji (Güney Kafkasya Çalışmaları), Farsoloji ve klasik filoloji alanlarında yapan Nikolay Marr (1864-1934), dillerin doğuşuna dair teorik çalışmaların yanında arkeolojik çalışmalar da yürütmüştür. Keza 1915-1916 yıllarında Urartulara ait çiviyazısı örneklerini araştırmak için Iosif Orbeli ile birlikte Van’a gitmiş, yine Orbeli ile beraber Ani Harabeleri kazılarında aktif olarak yer almıştır. Daha çok linguistik çalışmalarının peşine düşerek gerçekleştirdiği, Aras Yayınları tarafından Rusça aslından çevrilip 2016 yılında yayımlanan Lazistan’a Yolculukkitabı, dönemin kaynaklarında Türkiye Lazistanı olarak anılan bölgeye yaptığı ziyaretinde Lazca, Gürcüce ve Türkçe arasındaki ilişkilere değinerek Çoruh, Arkabi (Arhavi), Atina (Pazar), Hopa, Vitze (Fındıklı) bölgesinin Gürcü, Ermeni, Rum, Hemşinli, Laz, Türk etnik ve dilsel çeşitliliğine dair gözlemleriyle doludur.
Seyahati esnasında bol bol Lazca pratik yapan Marr, seyahat notlarında şehir ve köy nüfusu arasındaki farklılıklardan tutun, Avrupa veya Rusya’ya gidip uzun seneler kaldıktan sonra dönmüş yerlilerin kısa hikâyelerine, halkın Ruslara ve Rusçaya bakışına, diller arasındaki geçişin akışkanlığına dair kişisel gözlemlerinden bahseder. Etnografik, dilsel ve folklorik notları daha da spesifikleştirerek bölgenin Laz unsurlarına yakından bakmayı vaat eder. Tarihsel olarak Laz nedir, kimdir gibi soruların ardından Lazca konuşulan köylerin isimleri, coğrafi ve idari konumları tek tek verilir. Sonrasında ise halkın geçim kaynaklarına, yoksulluğuna, nüfusuna, yönetimine, farklı etnisiteler arası ilişkilere, bölgedeki Rus etkisine, din değiştirmelere ve bunun halkta uyandırdığı tepkilere, yaygın bulaşıcı hastalıklara, Lazcanın itibardan düşüşüne, yok olma riski taşımasına dair bir yığın izlenimlerinden söz eder. Anekdotlar o kadar yoğun ve çarpıcıdır ki, özellikle dille ilgili konularda günümüze de bağlanabilecek, egemen diller ve kültürler tarafından bastırılan alt kültürleri ve dilleri anımsatan canlı imgeler göze çarpar:
Farklı halklarla kurulan sıkı ilişkiler, para kazanma düşüncesi ve Türkiye’nin tüm liman şehirlerine ve diğer bölgelerine olan yoğun göç, Lazların ulusal bilinçlerinin tamamen kaybolmasına yol açıyor.
Lazların çoğu anadillerini küçümsüyor, ondan utanıyor ve çoğu zaman bu dili bildiklerini kabul etmiyorlar.
Lazcanın en saf halde konuşulduğu Arkabi’de (Arhavi) bile, ayların Lazcada nasıl söylendiğine dair soruma bir Laz şöyle cevap verdi: “, iyun, , avgust…”. “Lazcadaki, sizin anadilinizdeki karşılıkları nedir?” diye sözünü kestim. Bana “Hangi Lazca?” diye şaşkınlıkla sordu.
“Mesela çxalva” diye ayları saymaya başladım.
“Eh, bunlar çok eskide kaldı. Bunları sadece kadınlar bilir!” diye sözümü tekrar kesti Arkabili Laz beyefendi.[1]
Rus ve Türk kültürlerinin, yönetim biçimlerinin dinin de dahil olduğu bir düzlemde karşı karşıya geldiği gözlemlerini ifade ederken Marr, tespitlerini kimi zaman Rusları küçümseyen, kimi zaman da yücelten yerel halktan karşılaştığı farklı kişilerin görüşleriyle de destekler.
Bir sonraki yıl, 1911 ve 1912’de Marr’ın arkadaşı Orbeli ise Rus ve İran sınırlarına yakın, bölgedeki Ermenilerin dillerini incelemek, sözlük hazırlamak için daha güneyde yer alan Van’ın Müks bölgesine gider. Daha sonra tehcir döneminde bölgedeki Ermenileri tehcire göndermeyip koruması altına alan bölgenin yöneticisi Muhtila Beg’in (Bey) de misafiri olan Iosif Orbeli zamanla dikkatini bölgedeki Kürtlere verir. Türkçeye henüz çevrilmemiş bu metni, tarihçi Sinan Hakan’ın editörlüğünde hazırlanan ve Têmûrê Xelîl’in Rusça aslından Kürtçeye çevirerek Nûbihar Yayınları’nın 2011 yılında Li Muksê Folklor û Jiyana Rojane (“Müks’te Folklor ve Gündelik Yaşam”) ismiyle yayımladığı kitapla tanıma şansına eriştim. Bölgede geçirdiği süre boyunca zamanla Müks Ermenicesini anlamak için bölge Kürtçesini de bilmek gerektiğini, aksi halde çalışmasının eksik kalacağını fark eden Orbeli, Frenkel ve Marr gibi oryantalistlerin aksine, çok daha “içeriden” yazar; yabancılaştırma stratejilerinden uzakta, halkın içinden biri gibi gözlemlerini aktarır. Coğrafi konumunun ardından, dağlarını, derelerini, ovalarını, yollarını kayıt altına alırken tarihî eserlerini, kiliselerini, köprülerini, yazıtlarını, Pagan dönemlere dek giden inançlarını, âdetlerini, gelenek ve göreneklerini öğrendiği kadarıyla kayda geçirir Orbeli. Müks’ün nüfusunun çoğunluğunu Ermeniler, daha sonra Sünni Kürtler olarak gösteren Orbeli, Nasturi mezhebine bağlı 4-5 haneden daha bahseder.
Dinsel ve kısmen de dilsel farklılıklara rağmen çokkültürlü Müks’ün ahalisini birbirinden ayırt etmenin zorluğu bölgede yaşadığı deneyiminin özünü oluşturur:
Müks’teki Ermeni ve Kürt köyleri dışarıdan bakınca çok az şeyle birbirinden ayrılır; özellikle her iki millet aynı köyde beraber yaşadığında bu durum daha da göze çarpar. Köylerin listesine baktığımızda bu tarz köylerin az olmadığını görürüz. İlginç olan, tüm sakinlerinin Ermeni olduğu köylerde tek bir Kürt haneye denk geldiğimiz gibi, tüm sakinlerinin Kürt olduğu köylerde de tek bir Ermeni haneye denk gelmek mümkün. Bu şartlar altında, bildiğim kadarıyla iki topluluk birbirinden rahatsız olmadığı gibi, aralarında düşmanlık da yoktu. Kafkaslar’da olduğu gibi, burada da Müslüman Kürtler Ermenilerin dinî toplantılarına dahil olur, kutsal mekânlarını beraber ziyaret edip bayramlarına katılırlardı.[2]
Marr’ın Lazistan’a Yolculuk kitabında olduğu gibi eski Müks’e ait görsellerle zenginleştirilen Li Muksê Folklor û Jiyana Rojane, Rus-Ermeni bir oryantalistin Müks’ün birbirinden ayrılması, ayırt edilmesi mümkün olmayan çokkültürlü dünyasına içeriden ve sıcak bir bakış sunarken, Marr’ın gözlemlerindeki yadırgayıcı yabancı bakıştan da uzaktır.
Hakkında muhabir olması dışında herhangi bir otobiyografik bilgi sahibi olmadığımız Aleksandr Samoyleviç Frenkel’in Marr ve Orbeli’den 30 küsur yıl önce bol bol oryantalist, hatta sömürgeci proje ve projeksiyonlarla dolu, 1879 tarihinde yayımlanan ve 1878 yılı gözlemlerinden oluşan Çürüksu ve Batum Notları, 2023’e veda etmeden kısa bir süre önce VakıfBank Kültür Yayınları tarafından Rusça orijinalinden Eyüp Karakuş çevirisiyle yayımlandı. Rus Lazistanı’nı da içeren, Lazların, Müslüman ve Hıristiyan Gürcülerin, Ermenilerin, Rumların, Türklerin, Kürtlerin, Abhazların, Çerkezlerin, kısmen de Rusların dahil olduğu 19. yüzyıl sonu Batum’una ve daha kuzeyde yer alan Çürüksu bölgelerine dair ince detaylarla, bilgilerle ve gözlemlerle dolu bu çalışma diğer iki oryantalistin çalışmalarına göre daha detaylı ve yetkindir. Özellikle de yazar farklı kaynakları da okuyup tarayabildiği için.
1878 Berlin Antlaşması ile Ruslara teslim edilen Batum ve Çürüksu’nun devir teslimi çerçevesinde Rus ve Türk yetkililer arasında gerçekleşen toplantılara dahil olan yazar hem politik gündemi sıcağı sıcağına aktarır hem de bu yeni gündemin halk nezdinde alımlanma biçimine ve tepkilere yer verir. Frenkel notlarında Rus taraftarlığını açıkça belli eder ve hijyen, medeniyet, eğitim, şehir altyapısı ve adalet gibi konularda Osmanlı-Türk yönetimini birçok yerde küçümseyerek bölgeye bakışını da net bir zemine oturtur:
Bu arada yalnızca Hıristiyanlar değil, genel olarak bütün nüfus Türk mahkemelerinin ve yetkililerinin taciz ve suiistimallerinden nasibini almıştı. Türk yöneticiler örneğinde büyük ölçüde yozlaşan bu sistemde yerel mahkeme üyeleri de amirlerinden geri kalır halde değillerdi. Bütün bunlara bir de felaket eklemek mümkün: Yaşamı ve mahkeme sürecini kesintisiz bir hesaplaşmaya çeviren kabileler arası kan davaları!
Sonuç olarak yerel suç tarihi bu civarda sıradışı olaylar açısından bir hayli zengindir. Baskın suçlar hırsızlık, soygun ve cinayettir. Bütün bu suçlar ahalinin içler acısı ekonomik durumuyla yakından bağlantılıdır. Şiddet içeren suçların doğasında ise cana ya da mala karşı fark etmez, işlenen bir suça karşı silahlı bir Kobulet’in misillemede bulunmak için her zaman hazır bir bahane bulabilmesi gerçeği yatar.
Ne Batum’da geçirmiş olduğum süre ne de bu “Notlar” içinde ayırabileceğim satırlar bana bu bölgedeki cezai adalet ve yerel mahkemelerde yaşanan aleni adaletsizlikler hususunda daha fazla bilgi aktarmama izin veriyor. […][3]
İkiye bölünmüş medeni ve barbar dünya çerçevesinden bakarak etrafını gözleyen –adil olmak gerekirse elbette her zaman değil– Frenkel’e göre gündeme damgasını vuran bir başka olay da, notlarında sürekli gündeme gelen Kobuletlerin (Çürüksu’daki Müslüman Gürcülerin) zorla Osmanlı topraklarına, çoğunlukla Trabzon’a göç ettirilmesidir. Türk yetkililerin ifadelerine göre, Kobuletler kendi rızalarıyla göç ediyorlardır. Frenkel ise yaptığı soruşturmalar neticesinde, kadınları ve çocukları zorla gemilerle Trabzon’a göndermek dahil, dinî ve siyasi bir yığın propaganda yaparak Müslüman Gürcüleri göçe zorlayanın Osmanlı yönetiminin bizzat kendisi olduğunu ifade eder. Zorla göç meselesini bu kadar işlemesinin bir nedeninin propaganda olabileceği akla gelse de, sıcağı sıcağına tuttuğu notların güncelliğini hesaba katarsak yerinde gözlemlerinin kıymetinin paha biçilmez olduğu da takdir edilecektir.
Bölgenin coğrafi güzelliklerinin, zorluklarının yanında geçim kaynakları, ticari hayatı, bulaşıcı hastalıklar, kadın-erkek ilişkileri, gelenekler, farklı etnik gruplar arasında yaşananlar, farklı topluluklara dair bölgede yaygın olan stereotipler ve bunlarda göze çarpan Ruslara dair yaklaşımlar gibi bol bol detaylar içeren Çürüksu ve Batum Notları bu açıdan bölgeyi yakından tanımak isteyen araştırmacılarla beraber sıradan okurlar için de keyifli ve zengin bir okuma deneyimi sunar.
Yaklaşık 35-40 yıllık bir dönemi kapsayan bir süreçte Rize-Artvin, Batum-Çürüksu ve Van-Müks bölgelerine araştırmacı kimlikleriyle gelen üç Rus oryantalistin dilsel, dinsel ve etnik çeşitliğe yaptıkları bol göndermelerle dolu bu kitapları bize artık bugün sadece kitaplarda ve belgelerde karşımıza çıkan, çok uzaklarda kalmış bir dünyanın kapılarını açar. Bu gezi notlarının, iyilerin, kötülerin, aldatılmış olanların veya Orbeli’de olduğu gibi henüz hiç “kirlenmemişlerin” olduğu bir dünyaya işaret ettikleri için bir açıdan da masalları andırdığını söylemek mümkün. Bu çalışmalar arasında ideal bir toplum yaşamını, çokkültürlü bir dünya övgüsünü en çok ön plana alan Orbeli’nin metni, Frenkel ve Marr’ın metinlerinde geçen çatışmaların, tüm farklılıklarına rağmen aynı potada erimeye teşne toplulukların dünyasından çok daha masalsı bir dünya çiziyor gibidir. Bunda bölgenin sözlü kültürünü, folklorunu önceleyen yaklaşımın da bir payı olabilir. Bununla beraber her üç oryantalistin metni de artık unutulmuş bir dünyanın çeşitliliğini, çokkültürlü yapısını bizlere tekrar tekrar hatırlatarak bu bölgelerin daha homojen hale gelmiş bugünkü evrenlerini de geçmiş versiyonlarıyla karşılaştırma isteği uyandırır okurda. Üstelik bu isteğin ötesinde, hayal ettiğimiz çokkültürlü dünyayla “yaşanmış” çokkültürlü dünyanın sıradan ve gündelik gerçeklerine de yakından bakma şansı tanırlar bize.
[1] Nikolay Marr, Lazistan’a Yolculuk, çev. Yulva Muhurcişi, Aras Yayınları, İstanbul, 2016, s. 101.
[2] İ. A. Orbeli, Li Muksê Folklor û Jiyana Rojane, haz. Sinan Hakan, çev. Têmûrê Xelîl, Nûbihar Yayınları, İstanbul, 2011, s. 56.
[3] Aleksandr Samoyloviç Frenkel, Çürüksu ve Batum Notları: Osmanlı’nın Kafkaslara Vedası, çev. Eyüp Karakuş, VakıfBank Kültür Yayınları, İstanbul, 2023, s. 117.
*Bu yazı ilk olarak k24kitap'ta yayımlanmıştır.
Yeni çıkan kitaplar, kampanyalar ve tüm yeniliklerden haberdar edelim.
Üyelik Sözleşmesi, Aydınlatma Metni’ni ve Gizlilik ve Çerez Politikası’nı okudum, anladım ve onaylıyorum.