Çeviri biraz da geç kalmış bir kültür faaliyetidir. Kültürler birbirlerine gecike gecike katılırlar. Gerçi bizdekiler doğal bir gecikme sayılmaz. Cemal Süreya’nın ‘her şey geç geliyor hayatımıza’ dediği türden bir nitelik kısılmasını da içerir. Başta İngilizce olmak üzere pek çok batı dilinden tercümeler yapılıyor hızla bugün. Kurguya dayalı kitapların başı çektiği bir küresel piyasa bile var. Felsefe, tarih, eleştiri ve kuram türünde kitaplar belli bir düzen içinde Türkçe’ye kazandırılıyor. Fakat yine de E. Auerbach’ın Mimesis, Ezra Pound’un Kantolar ve J. Joyce’un Ulysses ile çok geç buluştu bizde okur. Niteliksiz Adam, Vergilius’un Ölümü gibi kitapları hiç saymıyorum. A. H. Tanpınar, çok iyi niyetlerle kurulan Tercüme Odası’nın ömrünün kısa sürmesini büyük talihsizlik diye niteler haklı olarak. Eğer, Tercüme Dergisi ve Hasan Ali Yücel’in vizyonu olmasaydı bugün daha büyük bir gecikmişlik içinde olacaktık. Umulur ki bugün gittikçe satış patronajına gömülmekte olan yayın dünyasının bileşenleri kültürel gerekçelerle örülmüş olsun uzun vadede.
Kuramsal çalışmalar doğaları gereği yazıldıkları dilde üzerine yoğunlaştıkları eserler ve meseleler etrafında döner. Burada önemli olan kuramsal çalışmanın referans, yöntem ve estetik düşünce tarafından nasıl algılanacağıdır. Algının sıhhati için hem birden çok esere hem de kültürel çeşitliliğe ihtiyaç vardır. Öteki türlü baskın ve tek yönlü bir yığılma kaçınılmaz olur. David Punter’in ‘Metafor’ kitabını okurken konunun hangi merkezden ve ne tür bağlamlar etrafında döndürüldüğüne özellikle dikkat ettim. Kaçınılmaz olarak Punter de Aristoteles’ten başlıyordu. Alphan Akgül’ün Editörün Önsözü’nde vurguladığı gibi sonunda ‘Dilde katmanlaşan kültürel yük, insanların doğayı ve dili anlamlandırma biçimlerini de farklı kılar.’ Metafor, tam da burada eylem olarak ortaklık taşırken içerik olarak ayrışma ve özgünlüğün kaynağıdır.
Serkan Doğan’ın çevirisi eşliğinde metaforun dilin yapısından psikanalize, çeviriden kapitalizmin köpüğü sömürgeciliğe dair kazandığı yükleri izleme imkanına erişiyoruz. Elbette kendiliğinden bir soru baş uzatıyor: Doğu dilleri ve edebiyatları ne tür özellikler gösteriyordu bu bağlamda? Doğu ve Batı Metaforu başlığı bu meraka göz kırpar görüntüde. Fakat metni dikkatle okuduğumuzda Punter’in Doğu’dan Japonya ve Çin’i anlaması ya da önceliği onlara vermesi şaşırtıcı geldi bana. Elbette her iki dil ve kültürün eserleri konuyu derinleştirip açıklamaya elverir. Fakat geçtim Arap Şiiri’ni en azından Annemarie Schimmel’in ‘ İki Renkli Sırma’ kitabında incelediği ve Hindistan’dan Osmanlı sınırlarına kadar genişleyen, İran’ı içine alan Farsça şiirin metaforlarında eğilmeden geçmesin bu tür bir kitap. Bu yönde açılacak bir başlık daha anlamlı olmaz mıydı?
Sonuçta bir kitabın niteliğini belirleyen bizim beklentilerimiz değil yazarın kendi bağlamı içinde ne derece ilerleyebildiğidir. Metafor gibi çok konuşulan bir konuda Punter’in yazdıkları ufuk açıcı nitelikte. ‘Yazı ve konuşma’ya atfedilen vurgu yanında gündelik hayattaki fonksiyonellikleri düşünüldüğünde, dilin Marco Polo’nun Seyahatnamesi’nde söylediği şekliyle Doğu’da sadece yazı diline sığmadığı, insan bedeninin de bir tür özel ve özerk anlatı unsuru olarak kullanıldığı görülecektir. Sonradan, Hurufilik neşvesinde de açığa çıkan şey metafor uzayının yıldız kümesi sayılabilir. Kısacası, metafor sadece batının değil dilin ve insanın konusudur. Ve her şeye rağmen sanki Arap, Fars ve elbette Türk şiirindeki metaforun çekirdeğinde ‘Batı dünyasındaki tipik iki/ ikili ontolojik’ neşveden ayrılan tekil, tevhidi bir arayışı öncelemesidir. Octavio Paz, ‘Batı dünyası ‘bunun ya da şunun’ Doğu dünyası ise ‘bunun ve şunun’ hatta ‘bu şudur’un dünyasıdır’ diye netleştirir ikilik ile teklik halini.
David Punter’in altını çizdiği gibi kesinlikle ‘metafor edebi biçimden fazlasıdır’ ve ‘Kamusal Alanda Metafor’un görülmesi şaşırtıcı değildir. Çünkü kamusal alanda dil beklenmedik ve sınır aşımı patlamalar sergiler. Önemli olan kamusal alanın estetik yaratım yüksekliği yönünden edebiyattan rol çalmaya yeltenmemesidir. Her yaratıcı dil düzeyinde metafor kaçınılmaz olarak dışa vurur. Fakat dillerin hücresel kapasiteleri sonuçta şiir başta olmak üzere yüksek edebiyatta tartılır. Metaforu bu bağlamda geçişken bir yaşam filtresi diye yorumlamak da mümkündür. Dünyanın nesne yığılmasına uğrarken bu nesnelerin günlük tüketim vasfıyla ömürlenmesi, insanın soyutlama yeteneği ile hayatı saklama yeteneği arasındaki mesafenin kısalması bir meseledir.
Metaforu, sömürgecilik ve sonrası dönem üzerinden politik okumaya tabi tutarken David Punter, şimdi yaşanmakta olanın doğasına dair düşünme uyanıklığı sunmak ister gibidir. Bu sebepten çeviri, dillerin ve kültürlerin zaman merkezli birbirlerine tuttukları projeksiyonlar diye yorumlanabilir. Siyasi dile özgü ‘ölü metafor’un dünyanın üzerini bürümesini önlemek için de, edebi metaforu canlı tutmak şart gözüküyor.
*Bu yazı ilk olarak Karar'da yayımlanmıştır.
Yeni çıkan kitaplar, kampanyalar ve tüm yeniliklerden haberdar edelim.
Üyelik Sözleşmesi, Aydınlatma Metni’ni ve Gizlilik ve Çerez Politikası’nı okudum, anladım ve onaylıyorum.